Baba adam: Ağır başlı, iyi yürekli, olgun, hoşgörülü, yaşlıca adam.
Babası tutmak (veya babaları üstünde olmak): Çok fazla öfkelenmek, kızgınlığı her hâliyle belli olmak.
Babana rahmet: “Yaptığın iş, söylediğin söz çok yerinde; Allah senden razı olsun” anlamında hoşnutluk, memnunluk bildirmek için kullanılır.
Baba ocağı (evi veya yurdu): Dededen, babadan kalma ev; toprak, yurt.
Babasının hayrına (mı?): Hiçbir çıkar gözetmeksizin.
Bağ bozmak (bağbozumu): 1. Bağda son kalan ürünün toplanması. 2. Bu işlerin yapıldığı mevsim (güz), gün.
Bağrına basmak: 1. Kucaklamak, kolları ile sararak göğsüne yaslamak. 2. Birini gözetip kayırmak, koruyup yetiştirmek.
Bağrına taş basmak: Uğradığı zarara, felakate sesini çıkarmadan katlanmak.
Bağrını delmek: İçine işlemek, pek dokunmak, dertli olmasına yol açmak.
Bağrı yanık: Çok acı çekmiş; dert, sıkıntı, darlık, kahır görmüş; yaslı.
Bahse girmek: Görüşünde veya iddiasında haklı çıkacak tarafa bir şey verilmesini kabul eden sözlü anlaşma yapmak.
Bahtı kara: Mutsuz, dertten kurtulamayan, işleri hep ters giden.
Baklayı ağzından çıkarmak: Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyleri söylemek.
Bal alacak çiçeği bilmek: Çıkar sağlanacak yeri veya şeyi bulmak, bu konuda nasıl hareket edileceğini bilmek.
Baldırı çıplak: İşsiz güçsüz, serseri, başı boş, ayak takımından.
Bal dök (de) yala: Bir yerin çok temiz, pırıl pırıl olduğunu anlatmak için kullanılır.
Balgam atmak: Bir iş ya da konu üzerinde kuşku uyandıracak söz söylemek.
Bal gibi: 1. Çok tatlı. 2. Çok iyi, adamakıllı, pekâlâ.
Balık etinde: Ne şişman, ne zayıf; biçimli, kilosu yerinde olan.
Balık istifi: Çok sıkışık bir durumda.
Balık kavağa çıkınca: Gerçekleşmesi mümkün olmayacak işleri anlatmak için kullanılır.
Balon uçurmak: İlgililerin ne diyeceklerini anlamak veya insanların telâşlanmalarını sağlamak amacıyla aslı olmayan bir haber yaymak.
Balta olmak: Musallat olmak, asılmak, direnerek bir şey istemek, istediğini yaptırmak için sürekli ısrar etmek.
Baltayı taşa vurmak: Bilmeyerek karşısındakini kıracak söz söylemek, pot kırmak.
Bam teline basmak: Bir kimseyi, duyarlılık gösterdiği konuda kızdıracak söz söylemek, öfkelendirecek bir şey yapmak.
Bana mısın dememek: Aldırış etmemek, ona hiçbir şey etkili olmamak.
Barut fıçısı: Her an karışıklık, kavga ve savaşın çıkacağı yer.
Barut kesilmek: Çok öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek.
Basıp gitmek: Aklına koyduğu şeyi yapmak amacıyla, o an bulunduğu yerden kimseye danışmadan ayrılmak.
Basireti bağlanmak: Gerçeği göremez, iyi düşünüp kavrayamaz bir duruma düşmek.
Baskın çıkmak: Üstünlüğünü göstermek, karşısındakini geçmek.
Bastığı yeri bilmemek: 1. Çok fazla sevinmek. 2. Dengesiz hareketlerde bulunmak, durumunu kontrol edememek, şaşkınlıktan nerede olduğunu bilememek.
Baston (kazık) yutmuş gibi: Dimdik duran, yürüyen kimsenin durumu.
Başa baş (gelmek): Birbirine denk, eşit olmak; birlikte olmak.
Başa çıkarmak: 1. Bir işi bitirmek, sona erdirmek, başarmak. 2. Bir kişiye aşırı ölçüde ilgi gösterip çok şımartmak.
Başa çıkmak: Gücünün üstünlüğünü kanıtlamak, bir şeye gücü yetmek.
Başa geçmek: 1. En üstün yeri almak. 2. Herhangi bir konu önemce ilk sırayı almak.
Başa gelmek: Kötü bir duruma uğramak.
Başa güreşmek: 1. Yağlı güreşte başpehlivanlık için güreşmek. 2. En üstün sonucu almak için mücadele etmek, yarışmada birinciliği almak için uğraşmak.
Baş ağrısı: Varlığı tedirginlik verici şey, rahatsız edici kimse.
Baş ağrıtmak: Yerli yersiz konuşarak, gereksiz sözler söyleyerek, çok konuşarak birisini rahatsız etmek.
Başa (başına) kakmak: Yapılan iyiliği yüzüne vurarak birisini üzmek, incitmek.
Baş alamamak: Çok uğraştıran bir konudan kurtulup da vakit ve fırsat bulamamak.
Baş aşağı gitmek: Sürekli kötüleşmek, zarar görmek.
Baş başa kalmak: Biriyle yalnız kalmak, iki kişi bir arada yalnız kalmak.
Baş başa (kafa kafaya) vermek: Birbirinin düşüncesinden yararlanmak üzere birkaç kişi toplanıp bir konuyu görüşmek, bir konuda dertleşmek.
Baş belâsı: Sürekli rahatsız eden, yük olan, bir kimseye musallat olup sıkıntı veren ve uzaklaştırılamayan kişi ya da şey.
Baş çekmek: Ön ayak olmak, öncülük etmek.
Baş edememek: Gücü yetmemek, başarı kazanamamak, bir işi başarmakta zorluk çekmek.
Baş eğmek: Direnmekte vazgeçip güçlünün buyruğuna girmek, teslim olmak.
Baş göstermek: Ortaya çıkmak, belirmek, vuku bulmak.
Baş göz etmek: Evlendirmek.”Şu kızı da bir baş göz edersem gözüm arkada kalmayacak.”
Başı ağrımak: Bir işten dolayı sorumlu duruma düşmek, kaygu çekmek.
Başı altından çıkmak: Kötü bir şey, kötü bir durum, birinin gizli düzeni ve tertibiyle meydana gelmek.
Başı bağlı olmak: 1. Evli ya da nişanlı olmak. 2. Serbest, özgür olmayan, bir yere bağımlı olan.
Başı boş bırakmak: Bir kimsenin üzerindeki denetimi ve gözetimi kaldırmak, kendi bildiğine bırakmak.
Başı darda kalmak (başı dara düşmek): Çok sıkıntılı, çaresiz bir durumda olmak; parasızlıktan dolayı güç bir durumda kalmak.
Başı derde girmek: Can sıkıcı, üzücü, istemediği bir duruma düşmek.
Başı dik gezmek: Utanılacak bir durumu olmadan, onurlu şekilde toplumda yer almak.
Başı dönmek: 1. Bir şey karşısında şaşırmak. 2. Sıkıntı meydana getiren bir durum karşısında bunalmak. 3. Dengesini yitirmek, gözleri kararmak; çevresi kararıyor, dönüyor, kayıyor duygusu içinde sarsılmak.
Başı göğe ermek: Beklenmeyen, umulmayan bir mutluluğa, sevince ulaşmak.
Başı kalabalık (olmak): Bir iş dolayısıyla yanında çok fazla kişi olmak.
Başına belâyı satın almak: Sıkıntı, üzüntü ve tedirginlik verici olduğunu sonradan anladığı bir işe kendi isteği ile girmiş bulunmak.
Başına bir hâl gelmek: Büyük, içinden çıkılması zor güçlüklerle karşılaşmak; kötü duruma düşmek.
Başına buyruk: Dilediğini izin almaksızın yapan, istediği gibi davranan.
Başına çalmak: Bir şeyi sert, öfkeli ve kızgın bir davranış içinde vermek.
Başına çorap örmek: Bir kimseye, haberi olmadan, kötü duruma sokucu davranışta bulunmak, alt etmek için gizlice plân kurmak.
Başına çökmek: 1. İştahla sofraya oturmak. 2. Bir işi çabuk bitirmek üzere oturup ele almak. 3. Birini altına alıp dövmek.
Başına devlet kuşu konmak: Ummadığı, beklemediği bir nimete ya da varlığa kavuşmak.
Başına dolamak: İçinden çıkılması zor bir işi birine musallat etmek.
Başına iş açmak: Uğraştırıcı ve üzücü bir işin çıkmasına yol açmak.
Başında kavak yeli esmek: 1. Sorumluluk duygusundan uzak, zevk ve eğlence peşinde koşmak (genç için). 2. Gerçekleşmeyecek şeyler düşünerek vakit geçirmek.
Başından atmak: 1. Gereksiz görülen bir bağlılığa, bir ilişkiye son vermemek; bir istekte bulunan kişiyi yanından uzaklaştırmak. 2. Yapılması zor bir işi yapmaktan kendini kurtarmak ya da o işi bir başkasına yüklemek.
Başından aşağı kaynar sular dökülmek: Çok kötü, üzücü, sıkıntı verici ya da utandırıcı bir olay karşısında vücudunu ter basmak, ürpermek.
Başından büyük işlere girişmek (veya kalkışmak): Gücünün üstünde olan işleri yapmaya kalkışmak.
Başından korkmak:Hayatından kaygı duymak, cezalandırılmaktan korkmak.
Başını ağrıtmak: 1. Gereksiz sözlerle birini bunaltmak. 2. Bir iş için birini uğraştırmak, sıkmak.
Başını alıp gitmek: Nereye gideceğini bildirmeden, izin almadan gitmek.
Başını bağlamak: Evlendirmek.
Başını belâya sokmak: Bir kimseyi, zarar göreceği, kötü sonuçlarla karşılaşacağı bir işe sokmak.
Başını bir yere bağlamak: Bir işe yerleştirmek, işsizlikten kurtarmak.
Başını boş bırakmak: Denetimsiz, yalnız ve serbest bırakmak.
Başını derde sokmak: Sıkıcı, yorucu, üzücü bir işe girmek veya getirilmek.
Başını dinlemek: Sessiz, sakin bir ortama çekilmek; kalabalıktan ve gürültüden uzaklaşmak.
Başını ezmek: Birini hareket edemez, kötülük yapamaz ya da başını kaldırıp bir işi göremez duruma getirmek.
Başını kaşımaya (kaşıyacak) vakti olmamak: Çok meşgul olmak, başka bir işi yapmaya hiç vakti olmamak.
Başının çaresine bakmak: Kimsenin yardımı olmadan kendi işini kendi yapmak, kendini zor durumdan kurtarmak.
Başının derdine düşmek: Başka bir şeyle ilgilenemeyecek kadar sıkıntılı, üzücü ve tehlikeli bir duruma çare bulmaya çalışmak.
Başının etini yemek: Sürekli olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden bir şey istemek; bu sebeple onu rahatsız edip üzmek.
Başını taştan taşa vurmak: Fırsatı kaçırdığı için çok pişman olmak, çaresiz kalarak kahırlanmak.
Başını vermek: Bir ideal uğrunda kendini feda etmek, canını vermek.
Başını yemek: Bir kimsenin büyük zarar görmesine ya da ölmesine yol açmak.
Başı sıkışmak (sıkılmak): Herhangi bir güçlük karşısında kalmak, bunalmak.
Başı tutmak: 1. Önde olmak. 2. Gürültüden, üzüntüden ve çok konuşmadan başı ağrımak.
Baş koymak: Bir şey uğruna ölümü göze almak.
Baş köşe: Saygı duyulan, önder sayılan büyüklerin oturması için ayrılan yer.
Baş sallamak: 1. Anlasa da anlamasa da karşısındakinin her sözünü uygun bulur görünmek.
Baş tacı etmek: Değer vermek, çok üstün tutmak, çok sevmek.
Baştan aşağı: Tamamiyle, hepsi, bütünüyle.
Baştan kara gitmek: Sonunu düşünmeyerek, hatta sonucun kötü olduğunu bildiği hâlde hesapsız, batarcasına bir yol tutmak; felâkete doğru gitmek.
Baştan savma: Üstün körü, özen gösterilmeden, gelişi güzel.
Baş üstünde yeri var: “Sevgi, ilgi ve saygı ile karşılanıp ağırlanır.” anlamında kullanılır.”
Baş vermek: 1. İnandığı bir şey uğrunda ölmek, canını vermek. 2. Belirmek, kimi bitkilerin başak tutmaya başlaması.
Baş vurmak: 1. Müracaat etmek, bir işin yapılmasını bir kimse veya kuruluştan istemek. 2. Bilgi edinmek üzere bir kaynağa bakmak, bir kimseye danışmak.
Baş yemek: 1. Sofrada en önemli yemek. 2. Birinin ölümüne sebep olmak. 3. Birinin herhangi bir işte güç durumda kalmasına yol açmak.
Battı balık yan gider: “İşlerin kötü gittiğine, düzelmeyeceğine, bu konuda da umut kalmadığına göre artık istenildiği gibi davranılabilir, ne olursa olsun” anlamında kullanılır.
Bayrak açmak: 1. Bir dava yolunda toplanmaya çağırmak. 2. Gönüllü asker toplamaya girişmek.
Bayram etmek: Çok sevinmek.
Belâ aramak: Kavga çıkararak, önüne gelene çatarak ya da başka sebeplerle kendisi için tehlikeli bir durum oluşmasına yol açmak.
Belâsını bulmak: Kendi yol açtığı tehlikeli bir durumun içine düşmek, hak ettiği cezayı görmek.
Belâyı satın almak: Kendi davranışları yüzünden tehlikeyi üstüne çekmek.
Bel bağlamak: Güvenmek, birisinin kendisine yardım edeceğine inanmak, inanıp arkasından gitmek.
Beli bükülmek: 1. Yaşlılık yüzünden güçsüz kalmak, bir iş yapamaz duruma gelmek. 2. Üzüntü ve kederden ruhsal bir çöküntüye düşmek.
Belini doğrultmak: Kötüye giden durumunu yeniden düzeltmek, güçlenmek, kaybettiği itibarını ve ekonomik gücünü yeniden kazanmak.
Belini kırmak: 1. Birini bir şey yapamaz duruma getirmek. 2. Bir işin en güç tarafını yapmak.
Bel vermek: (Dik şeylerin) dışarıya doğru, (yatay şeylerin de) aşağıya doğru kamburlaşmak.
Ben hancı, sen yolcu (oldukça): “Özel ilişkilerimiz sürüp gittikçe senin bana işin düşer” ya da “Nasıl olsa yine karşılaşacağız” anlamında kullanılır.
Benlik dâvası: Önde görünmek, her şeyde söz sahibi olmak, her şeyi kendi düşüncesine uydurmak, hep dediğini yaptırmak çabası ve tutkusu.
Benzi atmak: Bir sebepten ötürü ansızın yüzünün rengi sararmak, solmak.
Bereket versin: 1. “Allah size bol kazanç versin” anlamında iyi dilek sözü. 2. Çok şükür ki iyi ki (hoşnutluk anlatır).
Beş aşağı beş yukarı: Çok az fark olarak, kararlaştırılmak istenen sayıdan, ölçüden bir miktar az veya çok olarak.
Bet (i) bereket (i) kalmamak: Bolluğun, verimliliğin kalmaması, sona ermesi.
Betine gitmek: Ayıp saymak, kötü karşılamak, kendisine yedirememek.
Beyin yıkamak: Bir insanı, kendine özgü düşünce ve dünya görüşüne yabancılaştırmak, başka yönlerde düşünür ve davranır duruma getirmek.
Beylik söz: Etkisi kalmamış, herkesin kullanageldiği söz.
Beyni bulanmak: 1. Sersemlemek, sağlıklı düşünemez olmak. 2. Kötü bir şey olacağını sezinleyip huzuru kaçmak.
Beyninden vurulmuşa dönmek: Umulmadık, beklenmedik bir olay karşısında şaşkınlığa düşmek, düşünce yeteneğini yitirir gibi olmak.
Beynine girmek: 1. Akla uygun gelmek. 2. Bir kimseyi türlü yollara baş vurarak bir şey yapmaya inandırmak, kandırmak. 3. Ezberlemek, aklında tutmak.
Bıçak kemiğe dayanmak: Çekilen sıkıntı artık katlanamayacak bir hâl almak.
Bıyığı terlemek: Bıyığı yeni yeni çıkmaya başlamak.
Bıyık altından gülmek: Birinin içine düştüğü duruma belli etmeden gülmek, sevindiğini belli etmeyerek onunla eğlenmek, içinden onunla alay etmek.
Bildiğini okumak: Kim ne derse desin, istediği gibi davranmak.
Bile bile lâdes: Bile bile aldınmış görünme, öyle gerektiği için kötü bir durumu kabullenme.
Bin dereden su getirmek: Birini kandırmak için dil dökmek, birçok sebep ileri sürmek, aldatıcı sözler sarf etmek.
Bindiği dalı kesmek: Kendisi için gerekli ve yararlı olan şeyi kendi eliyle yok etmek.
Bir atımlık barutu olmak (veya kalmak): 1. Bir konuda yapacağı çok az şeyi olmak. 2. Dayanacak pek az gücü kalmak.
Bir ayağı çukurda olmak: Çok yaşlanmış olmak, yaşayacak çok az zamanı kalmış olmak.
Bir ayak önce (evvel): Çok çabuk, bir an önce, ivedi olarak.”Bu iş, bir ayak önce yapılacak bir iştir.”
Bir baltaya sap olmak: Belirli bir sanat ya da iş sahibi olmak.
Bir bardak suda fırtına koparmak: Çok basit, küçük, önemsiz bir şeyi büyütüp içinden zor çıkılır bir olay hâline getirmek.
Birbirine düşmek: Aralarında anlaşmazlık çıkıp birbirlerine kötü bakmaya başlamak.
Birbirine girmek: 1. Aralarında çıkan anlaşmazlık kavgaya dönüşmek, çarpışmak, saldırmak. 2. Bir kaza sonucu araçların birbirine çarpması.
Bir çuval inciri berbat etmek: İyi olan, yolunda giden bir durumu yanlış davranışlarla bozmak, olumsuz bir gidişe sokmak.
Bir dalda durmamak: Sık sık düşünce, iş ya da tutum değiştirmek.
Bir damla: 1. Çok az, pek az (sıvı şeyler için söylenir). 2. Çok küçük (çocuklar için söylenir).
Bir dediği iki olmamak: Her istediği hemen yapılmak, yerine getirilmek.
Bir deri bir kemik kalmak: Çok zayıflamak, kilo kaybına uğramak.
Bir dikili ağacı olmamak: Malı, mülkü veya evi olmamak.
Bire bin katmak: Olduğundan çok göstermek, abartmak.
Bire bir gelmek: Etkisini hemen ve kesin olarak göstermek.
Bir eli yağda, bir eli balda (olmak): Bolluk, varlık, rahat ve huzur içinde olmak.
Bir elle verdiğini öbür elle almak: Bir kimseye yaptığı iyiliği, yararı, başka bir yola baş vurarak sağladığı çıkarla ödetmek.
Bir gömlek aşağı: Bir derece daha düşük.
Bir hâl olmak: 1. Bir şeyi çok yapa yapa usanmak, yorulmak, fenalık gelmek, bezmek. 2. Daha önce görülmeyen davranışlar içinde olmak, huyu değişmek. 3. Kazaya uğramış olmak.
Bir hoşluğu olmak: Rahatsız, neşesiz olmak.
Bir kalemde: Birden ve toptan, bir işlem ile.
Bir kapıya çıkmak: Aynı sonuca varmak, aynı neticeyi vermek.
Bir kaşık suda boğmak: Bir kişiye çok fazla kızmak, elinden gelse öldürecek ölçüde sinirlenmek.
Bir kıyamettir gitmek (kopmak): Çok fazla gürültü, patırtı, telâş olmak.
Bir Köroğlu bir Ayvaz: Bir karı kocanın çocuğunun olmaması yahut yakınlarının yanlarında bulunmaması.
Bir kulağından girip öbür kulağından çıkmak: Söylenen söze önem vermemek, kulak asmamak, umursamamak.
Bir pula satmak: Bir kimseyi bir çıkar uğruna harcamak.
Bir sözünü iki etmemek: Birinin her istediğini hemen yerine getirmek.
Bir şeye benzememek: İşe yarar durumda olmamak, istenilen biçimde bulunmamak.
Bir taşla iki kuş vurmak: Bir davranışla iki veya birden çok yararlı sonuç elde etmek, bir girişimle iki iş yapmak.
Bir tutmak: Eşit görmek, eşit saymak, farklı muamelede bulunmamak.
Bir yastığa baş koymak: Evli bulunmak, acı ve tatlı günlerde birbirini desteklemiş olmak.
Bir yastıkta kocamak: Karı ve koca birlikte uzun bir ömür sürmek.
Bir yaşına daha girmek: Şaşılacak bir durumla, yeni bir şeyle karşılaşmak.
Bit yeniği: Kuşkulu bir nokta, işin gizli kalmış, kötü ve aksak yönü.
Bize de mi lolo!: “Senin ne mal olduğunu biliyoruz, bize yutturamazsın ya; seni yeterince tanıyoruz, herkesi aldatabilirsin ama bizi asla” anlamında kullanılır.
Boğaz boğaza gelmek: Zorlu bir kavgaya tutuşmak, ya da kavga edecek hâle gelmek.
Boğaz derdi: 1. Yemek pişirme, hazırlama sıkıntıları. 2. Geçim için uğraşma, kazanç sağlama kaygısı.
Boğaz kavgası: Yaşamak için, geçinebilmek için yapılan didinme, uğraş.
Boğazı kurumak: Çok susamak, çok konuşmaktan ve bağırmaktan ötürü sesi çıkmaz olmak.
Boğazına dizilmek: Bir üzüntüden dolayı iştahı kesilmek, isteksiz ve zorla yemek.
Boğuntuya getirmek: Birini bunaltıp şaşırtma yolu ile kendisinden bir iş veya mal karşılığı olarak çok miktarda para çekmek.
Bohçasını koltuğuna vermek: İşine son vermek, kovmak, başından defetmek.
Bol keseden: Ölçüsüz, çok fazla, bol bol.
Borç harç: Borç alarak ya da benzer yollara başvurarak (bir şeyi sağlamak).
Borusunu çalmak: Çıkar sağladığı kimsenin davasını gütmek.
Borusu ötmek: Sözü geçer olmak, dinlenilir olmak.
Bostan korkuluğu: 1. Kuşları ve diğer yabani hayvanları ürkütmek için tarlalara dikilen kukla, insan benzeri nesne. 2. Kendisinden beklenileni yapmayan, ya da kendisinden çekinilmeyen, göstermelik kimse.
Boşa çıkmak: Umulan gerçekleşmemek, sonuç vermemek, elde edilememek.
Boş atıp dolu tutmak: Umutsuz olarak girişilen bir iş, iyi sonuç vermek; doğruluğuna inanmadan söylediği söz gerçek çıkmak.
Boş bulunmak: 1. Dalgın ve dikkatsiz bulunmak. 2. Söylenmemesi gereken, sakıncalı bir sözü, işin sonunu düşünmeden söyleyivermek.
Boş gezenin boş kalfası: İşsiz güçsüz, aylak, boş gezip dolaşan kimse.
Boş vermek: Önem vermemek, aldırmamak, ilgisiz davranmak.
Boy atmak: Boyu uzamak, gelişmek, boylanmak.
Boy göstermek: 1. Görünmek, belirmek. 2. Gösteriş yapmak.
Boy ölçüşmek: Yarışmak, değer yarışına girmek.
Boynu bükük: Yardım bekleyen; acınacak, kimsesiz, güçsüz, öksüz durumda olan.
Boynu eğri: Herhangi bir nedenle, kendisini bir kimsenin dediklerini yapmaya borçlu sayan.
Boynu kıldan ince olmak: Adaletli yargı karşısında verilecek her cezaya razı olmak.
Boynunun borcu: Yapılması gerekli olan ödev.
Boynunu vurmak: Başını keserek öldürmek.
Boyunduruk altına girmek: Başkasının egemenliği altına girmek, tutsak olmak, emir ve baskı altında yaşamak.”Türk milleti için boyunduruk altına girmek, ölüm demektir.”
Boyunun ölçüsünü almak: 1. İddia üzerine giriştiği bir işi başaramayıp yetersizliğini anlamak. 2. Biri tarafından haddi bildirilmek. 3. Beklediği yakınlığı görememek.
Bozuk çalmak: Bir şey yüzünden canı sıkılmış, yüzü asılmış olmak, sinirli davranışlarda bulunmak.
Bozuk düzen: 1. Düzensiz, düzeni bozuk olan. 2. Toplumun yönetiminde uygulanan yanlış kurallar dizgesi.
Bozum etmek: Bir kimseyi bekmediği bir davranış karşısında bırakarak utandırmak, mahçup etmek.
Bozum olmak: Bir sözü ya da davranışı iyi karşılanmadığı için utanmak, utanacak duruma düşmek.
Bozuntuya vermemek: Hataya düştüğünü anladığında veya hoşlanmadığı bir durumla karşılaştığında farketmemiş gibi davranmak, oralı olmamak.
Bulanık suda balık avlamak: Karışık durumlardan yararlanarak kendi çıkarını sağlamak.
Buldukça bunamak: Bulduğundan daha çoğunu isteyip şükretmemek, daha iyisini istemek.
Buluttan nem kapmak: Çok alıngan olmak, en küçük şeylerden bile alınmak.
Bunda bir iş var: “Bir olayın şimdilik bilinmeyen bir yönünün bulunması, anlaşılamayan bir sebebin aranması” durumunu anlatmak için kullanılır.
Bundan iyisi can sağlığı: “Bundan daha iyisi, en iyisi olamaz” anlamında kullanılır.
Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu: Bir ilke benimsediği hâlde, benimsediği bu ilkenin tersine davranışlarda bulunanlar için söylenir.
Burnu bile kanamamak: Tehlikeli bir durumdan yara bere almadan kurtulmak.
Burnu büyümek: Kibirlenmek, böbürlenmek, büyüklenmek.
Burnu havada (olmak): Kendini çok beğenmiş, kibirli (olmak).”Burnu havada gezenlerden hiç hoşlanmam.”
Burnu Kaf dağında (olmak): Çok fazla kibirli, herkese yukarıdan bakar (olmak).
Burnundan (fitil fitil) gelmek: Hoş bir durum, elde ettiği güzel bir şey, sonra gelen üzüntüler üzerine kendisine zehir olmak.
Burnundan düşen bin parça (olmak): Suratı çok asık (olmak).
Burnundan kıl aldırmamak: Oldukça huysuz olmak, kendisine hiç söz söyletmemek, kendisinin eleştirilmesine fırsat tanımamak, en küçük yergiye tahammül göstermemek.
Burnundan solumak: İşi başından aşkın olduğu için gözü hiçbir şey görmemek, çok öfkelenmiş olmak.
Burnunu çekmek: 1. Nefesini kullanarak sümüğünü burnunun yukarısına, geri çekmek. 2. Yoksun kalmak, umduğunu bulamamak, istediğini elde edememek, gayesine ulaşamamak.
Burnunun dikine gitmek: Kendisine verilen öğütlere kulak asmayıp kendi bildiği gibi davranmak, istediğini yapmak.
Burnunun direği sızlamak: 1. Çok acı duymak (maddî). 2. Çok üzülmek.
Burnunun ucunu görmemek: 1. İleriyi görememek, meydana geleceği açık olanı görememek. 2. Çok sarhoş olmak. 3. Çok dikkatsiz ve dalgın olmak.
Burnunu sokmak: Üzerine vazife olmadığı, gerekmediği hâlde her işe karışmak.
Burnu sürtülmek: Ilımlı bir yol seçip gururundan vazgeçmek, sıkıntı çektikten sonra daha önce beğenmediği bir durumu kabul etmek.
Burun buruna gelmek: 1. Ansızın karşılaşmak, karşı karşıya gelmek. 2. Birbirine çok yaklaşmak, birine çok sokulmak.
Burun kıvırmak: Önem ve değer vermemek, küçümsemek, beğenmemek.
Buyur etmek: Misafiri karşılayarak içeri almak, “buyurun” diyerek saygı ile yer göstermek ya da sofraya çağırmak.
Buyurun cenaze namazına: Hiç beklemedik kötü bir durum karşısında şaka yollu üzüntü belirtmek için “ne yazık ki” anlamında kullanılır.
Buz kesilmek: 1. Çok üşümek, donmak. 2. Buz gibi soğumak, buz durumuna gelmek. 3. Endişe, korku ve üzüntü veren bir durum karşısında donakalmak.
Buzlar çözülmek: 1. Buzların erimeye ve kırılmaya, su hâline gelmeye başlaması. 2. Kişiler arasındaki dargınlığın, soğukluğun, kırgınlığın ve gerginliğin ortadan kalkmaya başlaması.
Buz tutmak: Üstünde buz meydana gelmek, buzla kaplanmak.
Buz üstüne yazı yazmak: 1. Birine etkisi olmayan sözler söylemek. 2. Etkisi ve süresi çok kısa olan bir iş yapmak.
Büyük oynamak: 1. Büyük bir tehlikeyi göze alarak bir işe girişmek. 2. Çok fazla para koyarak kumar oynamak.
Büyük (söz) söylemek: Başkasının düştüğü kötü duruma düşmeyeceğini söyleyerek övünmek.
Büyük sözüme tövbe!: Bir konuda kesin konuşulduğunda ya da bir başkasının düştüğü kötü dur ama düşmeme iddiasında bulunulduğunda Cenab-ı Allah`tan böyle bir duruma düşürmemesini dileme.
Büyüklük göstermek: Elinde her imkân varken kötülük yapmamak, affetmek, iyi davranmak.”İstese büyüklük göstermeyip onu buraya bir daha sokmazdı, erkek adammış.”
Büyümüş de küçülmüş: Davranışları, konuşması yaşının üstünde olan, büyükler gibi hareketler yapan çocuk.